İmaj ve taklit kavramları, imaj peşinde koşma ve teşebbüh/benzemek olgusu bugünün dünyasında iç içe geçmiş meselelerdir. Birisini ele aldığınızda diğerine de değinmeden geçmek pek mümkün değildir. İmaj; görünen şey, görme ya da algılama fenomeni, onun zihinde bıraktığı etki, bir hissin bireyin şuurunda oluş biçimi gibi anlamlara gelmektedir. Bunun taklitle ilgisi de takdir edilen bir imajın dış ve iç dünyada adapte edilmesi, o şeye benzeme arzusu ve pratiğidir.
Çağdaş dönemin Müslüman hayatını tehdit eden unsurlardan bir tanesi de Müslümanların Batı kültür havzasında, farklı bir tarihsel tecrübede ve öznel bir dünya görüşüne mebnî olarak vücut bulmuş Batılı yaşam tarzını içselleştirmede yüksünmemesi ve dinin bu hususta uyaran tavsiyelerini önemsememesi oluşturmaktadır. Müslüman dünya telakkisiyle temelde doku uyuşmazlığı olan Batı modeli bizi ne tam “biz” ve ne de tam “öteki” kılan bir eşiğe taşımaktadır. Bunun sonucu olarak zihin parçalanması krizine birey ve toplum olarak maruz kalmaktayız.
Modernleşme bütün unsurlarıyla bir yanılsamanın sonucu olarak evrensel bir süreç olarak görüldüğünden, Batı medeniyetine ait medeniyet-içi önermeler; yaşam tarzı, tüketim alışkanlıkları, özel gün kutlamaları vs. daha rahat kabullenilmektedir. Hem de Batı ve Doğu’dan bağımsız olarak evrensel insan doğasının üzerine kurulduğu sanısıyla.
Hâlbuki farklı din ve medeniyet havzalarının kendi dünya görüşlerine has yaşam tarzları, tüketim alışkanlıkları, güzellik anlayışları ve bunların en ince anlatımını yansıtan kendilerine özgü sanat faaliyetleri vardır. Meselâ “güzel” nedir sorusuna farklı kültürler farklı perspektiflerden cevap vereceğinden bunun sanatsal izdüşümleri de verilen cevaba paralel düşecektir.
Bu bağlamda kadîm Çin ve Hint geleneğinde sanata yansıyan rol model insan imajının Batı’dakinden çok farklı olması dikkat çekicidir. Doğu sanatları işlediği insan figürlerinde Batılılarınkinden çok farklı olarak pazu gücünü değil hikmeti, bilgeliği ve iç güzelliği görünür kılmayı esas almıştır. Modern ve klasik Batı sanatlarında, dış güzellik esas alındığından “fizikî yapısı mükemmel insan” figürü işlenmiştir. Doğu sanatlarında ise, bunun aksine, bedenen kusurlu bile sayılabilecek, şişman ve kısa boylu, çoğu zaman yaşlı ve uzun aksakallı insan imajı bilinçli olarak öne çıkartılmıştır. Bununla da insanın geçici olan bedensel mükemmelliğine değil kalıcı olan aklına, bilgeliğine ve iç güzelliğine vurgu yapılmıştır.
Her medeniyetin kendisine has bir varlık ve zaman, varlık ve mekân, varlık ve düzen telakkisi olduğundan medeniyetlerin hayatı anlamlandırdıkları anlam örgüsü de birbirinden farklı olmaktadır. Bu onların kimliğini ve var olma nedenlerini açıklar. Lâkin küreselleşme önemli ölçüde bu medeniyetsel çeşitliliğin krizini ve seküler Batı medeniyetinin ötekisini hiçleştirici manipülasyonunu ifade eder.
Artık Doğu’dan Batı’ya bütün kültür havzalarında varlık ve zaman, varlık ve mekân, varlık ve düzen telakkisinin benzeştiğini ve dolayısıyla güzellik anlayışının, estetiğin ve bunun hayattaki pratiklerinin de tehlikeli bir şekilde aynîleştiğini görüyoruz. Bunu tehlikeli görmemizin sebebine gelince:
Zayıf bireylerin daha güçlü gördükleri bireyleri, zayıf toplumların daha güçlü toplumları ve zayıf devletlerin daha güçlü devletleri taklit ettiği sosyolojik bir olgudur. Taklit deyip geçmemek gerekir. Çünkü bireylerin, toplumların ve devletlerin bir kültürden başka bir kültüre transformasyonları ve daha ileriki aşamalarda tasavvur dünyalarının dönüşmesi ve kendisine yabancılaşması tam da bu taklit zemininde gerçekleşir. Taklidin Dış görünüşlere dair formlarının, yavaş yavaş ona uygun olan fikrî meyli de kabullenmeye götürdüğü bilinmektedir. Bundan dolayı da bu mesele basit bir tercihten ibaret görülemez.
Bu gerçeği göz önünde bulundurduğumuzda Hz. Peygamber’in (s.a.s); “Her kim bir kavme benzemeye çalışırsa onlardandır”[1]Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Aş’as el-Sicistânî. Sünenü Ebî Dâvud. Tahk: Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid, Darul Fikr, 4/44. H. No: 4031.
Bu rivayetin Hasen derecesinde makbul hadis olduğunu İbni Hacer El Askâlânî kaydetmektedir.
Bkz. İbn Hacer al-Asqalânî, Ahmed b. Alî, Fathu’l-Bârî Şerhu Sahih al-Buhârî, ed. Muhammed Fuad Abdulbakî ve Muhibiddin al-Hatib (Bayrut: Dâru’l-Marifa), 10/271. sözünün basit bir uyarıdan ibaret olmadığı görülecektir. Bu uyarıyı sadece bazı şeklî formlara indirgeyerek anlamaya çalışmak bu sözdeki anlam büyüklüğünü küçültmek olur. Bu uyarı öncelikle hayatımıza temel yön veren düşünce kodlarının korunmasını emretmekte ve Müslüman zihin kodlarının Müslüman olmayan zihin kodlarına benzemesini yasaklamaktadır. Zaten kılık kıyafetten yemek içmeye kadar uzanan yaşam tarzımız aslında zihin kodlarımızın doğal refleksleridir. İçeride ne varsa dışarıya da o sızmaktadır. Yabancı bir hayat tarzı eğer iç dünyada bir takdir duygusu uyandırmıyorsa zaten taklit edilmez.
Bu meyanda Muhammed Esed haklı olarak bireysel ve toplumsal düzeyde Batı hayat tarzını taklit etmenin varlığımız için en büyük tehlike olduğunu söylemektedir.[2]Asad, Muhammad, Islam at the Crossroads, (Kuala Lumpur: The Other Press, 1999), p.69.
Bu durumu hastalıklı bir hâl olarak tasvir eden Esed, medeniyet dediğimiz şeyin içi boş bir form olmadığını, yaşayan bir enerji olduğunu, bu formu kabullendiğimiz ânda o medeniyetin dinamik çalışma etkisinin bize ve düşünce kodlarımıza da nüfuz etmeye başlayacağını vurgulamaktadır.[3]Ibid, p. 71.
“Her kim bir kavme benzemeye çalışırsa onlardandır” hadisinin de bu yabancılaştırıcı etkisini ifade eden mükemmel bir uyarı olduğunu vurgulayan Esed, “Yabancı bir medeniyetin entelektüel ve estetik kabullerini onun ruhunu beğenmeden/kabûllenmeden” mümkün olamayacağını da söyler. İslâm dünya görüşüne özde aykırı olan bu yabancı medeniyeti kabûlün Müslümanlığımızı etkileyeceği de açıktır.
Taklit elbette boşlukta meydana gelmez; bünyeye yabancı imajları beğeni ve takdir duygusuyla başlar. O imajlarda estetik ve dolayısıyla güç vehmederiz çünkü. Böyle yapmakla aslında o imajlara biz güç veririz. Taklitle başlayan süreç zamanla dünya algımızda ve buna göre şekillenen hayat pratiklerimizde bir zemin kaymasını, kültürel benliğimizde yabancılaşmayı kaçınılmaz kılar. İmaj arayışımız psiko-entelektüel parametrelerimizi şekillendirirken, o da dönüp amellerimizin rengini tayin eder.
Dinî ve kültürel bağlamda ötekini taklit etmeyi yasaklayan Hz. Peygamber (s.a.s) elbette evvelemirde zihinsel benzeşmeyi yasaklamaktadır. Bu yüzden de “teşebbüh hadisi”nin içine düştüğümüz ötekileşme krizini kalbinden yakalayarak tarif ettiğine inanıyorum. Bu hadisin mefhumu muhâlifinin aynı ölçüde çözüm yolunu da gösterdiği açıktır.
İmaj Tercihlerimizi Belirlemede Modern Psikolojinin Rolü
İnsanın iç dünyasını çalışan, modern psikoloji disiplini sadece objektif anlamda insan nefsi üzerinde bilimsel gözlemler yapmaz. İnsan psikolojisinin derinliklerine dair yaptığı tesbitleri insan davranışlarını yönlendirmek için de kullanmaktadır. İnsan zihin kodlarını nasıl kurguladığı ve onun davranışlarını neye doğru yönlendirdiği meselesi modern insanın tercihlerini anlamada çok önemlidir. Bunu yapmadan modern insan reflekslerini hakkıyla anlamlandıramayacağımızı düşünüyorum. Zira birey ve toplum davranış reflekslerinin eğitim, medya, inernet, sinema, tv. vs. vasıtalar tarafından üretilen rol modeller üzerinden yönlendirilmediğini ve tamamen kendiliğinden geliştiğini iddia etmek naif bir yaklaşım olur.
Modern psikolojinin esasları, çalışma şekli, bilimsel bulgularını yönlendirmedeki öncelikleri seküler Batı dünya görüşünün önceliklerine göre oluşturulmuştur. Elde ettiği verileri, üzerine inşa edildiği dünya görüşünün insan ve kâinat tasavvuruna paralel olarak işlevsel kılması ahlâki olarak tartışılabilir olsa da mantıksal kurgu olarak rasyoneldir. Bu dünya görüşünün temel dayanaklarını ve ön kabûllerini ise şöyle özetleyebiliriz:
Bir: insanı kutsaldan soyutlamıştır.
İki: Batı medeniyetini ve bu medeniyetin kökeni olarak gördüğü kadîm Yunan’ı idealize etmiştir. Medeniyetler tarihini kadîm Yunan’la başlatır ve moderniteyle bugüne taşır. Medeniyetin bir tek beşiği vardır; o da Batı’dır.[4]Bu bağlamda Toynbee’nin batı medeniyetinin tarih anlayışını tasvir etmek için kullandığı ben-merkezci yanılsama tabiri bütün bir insanlık tarihini Batı medeniyetinin tarihî akış seyrine bağlayan bakış açısını çok iyi bir şekilde ortaya koymaktadır: “Batı medeniyetinin maddi alanda eriştiği âlemşümul başarıdan kaynaklanan yanılsamanın ötesinde- medeniyetin sadece bizim içinde olduğumuz tek bir akışı vardır ve diğerleri ya ona bağımlıdır ya da çöl kumları arasında kaybolmaya mahkumdur- varsayımını içeren tarihin birliği temelli yanlış kavramsallaştırma temelde üç kaynağa indirgenebilir: Benmerkezci yanılsama, değişmeyen Doğu yanılsaması ve düz bir çizgi üzerinde seyreden ilerleme yanılsaması.”
(Toynbee, A. J., A Study of History, (Oxford University Press, N. Y., 1965), vol. 1, p. 55)
Ahmet Davutoğlu Toynbee’nin işaret ettiği ben-merkezci bakış açısının, 20. yüzyılın başında Basil Mathews’in “Young Islam on Trek: A Study in the Clash of Civilizations”, adlı kitabında ve Huntington’ın 20. yüzyılın sonunda yayımladığı “The Clash of Civilizations and The Remaking of World Order” isimli çalışmasında da hâkim olduğunu tesbit eder.
(Davutoğlu, Ahmet. Medeniyetlerin Ben-idraki, (Istanbul: Divan, 1997), s.1-2. İşin garip tarafı medeniyet okumasını sadece Müslümanları, Çinlileri, Hinduları ve Batılı olmayan ötekileri dışlayarak yapmaz, Ortaçağ Avrupa dönemini de görmezden gelir.
Üç: insanı “gelişmiş hayvan” olarak görmektedir. Darwin’in evrim teorisiyle yapmaya çalıştığı şeyin, bilim adına insanın hayvandan geldiğini isbatlamak gayretinden öte bir anlam taşımadığı açıktır.
Dört: Tanrı merkezli hayat algısının yerine insan merkezli profan hayat algısını inşa etmiştir. İnsana tanrısal değer vermiş ve dolayısıyla insan üzerinde olabilecek aşkın değerlerin; Tanrı, gelenek vs. sınırlayıcı gücünü tanımamıştır.[5]Buna bir örnek olarak eşcinselliği verebiliriz. Bütün dinlerde kınanmasına rağmen modernitenin profan temelinin sonucu olarak bugün önemli ölçüde serbest olmuştur. Sadece serbest olmakla kalmamış, dinî kurumlar da bunun legal bir tercih olduğunu kabûl noktasında baskı altına alınmıştır.
Papa Benedict XVI, Vatikan senyörlerine yaptığı 2008 yılının son konuşmasında; “Tanrı’nın bize emanet ettiği mahlûkatı korumak sadece çevreyi korumak anlamına gelmez, insanı da korumak gerekir, hem de kendisinden”, dediğinde eşcinsellerin ve insanın bedeni üzerinde mutlak tercih hakkı olduğunu savunan dünyadaki bütün kesimlerin öfkesinin hedefi olmuştu. Bu bağlamda; “İnsanlığı homoseksüel veya transseksüel eğilimlerden korumanın, yağmur ormanlarını yıkımdan korumak kadar önemli olduğunu” vurgulayan Papa’nın şu cümlesi çatışmanın temellerini işaretliyordu:
“İnsanı, kadın veya erkek olarak yaratılış doğasına göre konuşmak, demode olmuş metafizik bir konu (out-of-date metaphysics) değildir.” Kadın ve erkeğe biçilen rollerin anlaşılması için, insanlığın ‘yaratılış’ın dilini anlaması gerektiğini de söyleyen Papa, geleneksel heteroseksüel ilişkiler dışındaki ilişkileri ise, “Allah’ın yarattığı düzeni yıkmak” olarak değerlendirmişti.
(http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/7797269.stm.)
Papa’nın söylemiş olduğu, «Kimin erkek ya da kadın olduğuna karar veren insanlar değil Tanrı›dır» hükmü, aslında İslâm başta olmak üzere bütün dinlerin ortak vurgusudur. Bundan amaç, aileyi korumak ve insan neslinin devam edebilmesi için Allah (c.c)’nün yarattığı fıtratı muhafaza etmektir.
Bugün, “demokrasi”, “insan hakları”, “özgür irade” gibi kavramların arkasına sığınan çevreler, “eşcinselliğin” ve “eşcinsel evliliğin” legal görülmesi için sadece Vatikan Kilisesi’ne değil, Müslümanlar da dâhil tüm din müntesiplerine baskı yapmaktalar. ‘Bedenimi istediğim gibi kullanma hakkına sahibim’ diyen eşcinseller argümanlarının temelini modernitenin bu kabûlüne dayandırmaktadır.
Beş: Beyaz adamın üstün olduğu mitini savunmuştur. Bu teori, maymundan evrim sonucu kara insana, kara insandan da yine evrim sonucu beyaz insana ulaşıldığı varsayımına dayanır. Yani evrimin son aşaması beyaz insandır. Dolayısıyla beyaz insan tekâmülün son noktasıyken kara deriler bu aşamayı geçmeyi hâlâ başaramamış nisbî olarak geri kalmış varlıklardır.
Altı: Bilimsellik iddiasını putlaştırmıştır. Vahyin mutlak doğruları içerdiği iddiasına karşı çıkarken beşer aklının ve tecrübesinin ürünü olan bilgi ve tecrübeyi sorgulanamaz mertebesine yükseltmiş, bir anlamda vahiy statüsüne taşıyarak mutlaklaştırmıştır. Bulgularını ve yorumlarını bilimsel kabûl edince de öngördüğü hayat tarzını ve tercihlerini bilimsel doğrular olarak dayatmaktadır.
Modern psikolojinin üzerine kurulduğu bu Batı medeniyet içi önermelerin imaj, taklit ve teşebbühle sebep-sonuç ilişkisi vardır. Şöyle ki:
Bugün küreselleşen dünyada kutsaldan bağımsız hareket etme temâyüllerini, Batı medeniyetini idealleştirme tercihini, insanın aşkın boyutunun değil hayvanî arzu ve isteklerinin öne çıkartılmasını, hayatın merkezine insanın kendisini bencilce yerleştirmesini, kara deriliden sarı deriliye varana kadar; Çin ve Japonundan Hint, Arap ve Türk’üne kadar Batılı beyaz insan imajını idealleştirmesini ve modernitenin tercihlerinin bilimsel tercihler olarak kabûlünü yukarıda zikrettiğimiz modern psikoloji disiplinin temel dayanaklarından ve buna göre şekillenen modern devlet dayatmalarından bağımsız okuyamayız.
Sonuç
Kutsaldan arındırılmış Batı insan imajını ideal kabûl etmenin ve üstünlüğü bu imajda görmenin Müslümanları taşıdığı eşik, günahlarla imaj arayışını mübahlaştırmak olmuştur. Bu meyanda günahların toplumsal hayatımızda alenileşmesini ve ayıp bilincimizin zayıflamasını şahit olarak gösterebiliriz.
“İnanmışsanız üstün olan sizsiniz”[6]Âl-i İmrân: 139. âyetine inanan bir mü’minin üstünlüğü ötekine benzemede araması bu âyete olan inancında bir sorun olduğu anlamına gelmez mi?
Kolonyalizmin keşif kolu olan oryantalizmin “birşeyi yok edemiyorsan, kendine benzeteceksin” taktiği işe yarıyor gâliba. Müslüman bilinci imaj ve teşebbüh üzerinden “yapı-bozum”a uğratılmakta, kendi kendini oryantalize ve kolonize etmektedir.
Teşebbüh dinin kutsal metinlerini değil ama Müslüman algı dünyasındaki dini ve onun amele yansıyan şekillerini tehdit eder boyutlara varmıştır. Hayat anlayışımızı Batı merkezli bir algı yönlendirirse bu sonuç kaçınılmazdır. Batıcılığı yerli ve din içi araçlarla üretme gayretkeşliği de bunu değiştirmez.
Bu yazı RIHLE Dergisi 11. Sayısında Dosya yazısı olarak yer alan Serdar Demirel hocanın yazısından iktibas edilmiştir. İlgili sayı hakkında detaylı bilgi için buraya tıklayabilirsiniz.
Kaynakça/Dipnot
1. | ↑ | Ebû Dâvud, Süleyman b. el-Aş’as el-Sicistânî. Sünenü Ebî Dâvud. Tahk: Muhammed Muhyiddin Abdul Hamid, Darul Fikr, 4/44. H. No: 4031. Bu rivayetin Hasen derecesinde makbul hadis olduğunu İbni Hacer El Askâlânî kaydetmektedir. Bkz. İbn Hacer al-Asqalânî, Ahmed b. Alî, Fathu’l-Bârî Şerhu Sahih al-Buhârî, ed. Muhammed Fuad Abdulbakî ve Muhibiddin al-Hatib (Bayrut: Dâru’l-Marifa), 10/271. |
2. | ↑ | Asad, Muhammad, Islam at the Crossroads, (Kuala Lumpur: The Other Press, 1999), p.69. |
3. | ↑ | Ibid, p. 71. |
4. | ↑ | Bu bağlamda Toynbee’nin batı medeniyetinin tarih anlayışını tasvir etmek için kullandığı ben-merkezci yanılsama tabiri bütün bir insanlık tarihini Batı medeniyetinin tarihî akış seyrine bağlayan bakış açısını çok iyi bir şekilde ortaya koymaktadır: “Batı medeniyetinin maddi alanda eriştiği âlemşümul başarıdan kaynaklanan yanılsamanın ötesinde- medeniyetin sadece bizim içinde olduğumuz tek bir akışı vardır ve diğerleri ya ona bağımlıdır ya da çöl kumları arasında kaybolmaya mahkumdur- varsayımını içeren tarihin birliği temelli yanlış kavramsallaştırma temelde üç kaynağa indirgenebilir: Benmerkezci yanılsama, değişmeyen Doğu yanılsaması ve düz bir çizgi üzerinde seyreden ilerleme yanılsaması.” (Toynbee, A. J., A Study of History, (Oxford University Press, N. Y., 1965), vol. 1, p. 55) Ahmet Davutoğlu Toynbee’nin işaret ettiği ben-merkezci bakış açısının, 20. yüzyılın başında Basil Mathews’in “Young Islam on Trek: A Study in the Clash of Civilizations”, adlı kitabında ve Huntington’ın 20. yüzyılın sonunda yayımladığı “The Clash of Civilizations and The Remaking of World Order” isimli çalışmasında da hâkim olduğunu tesbit eder. (Davutoğlu, Ahmet. Medeniyetlerin Ben-idraki, (Istanbul: Divan, 1997), s.1-2. |
5. | ↑ | Buna bir örnek olarak eşcinselliği verebiliriz. Bütün dinlerde kınanmasına rağmen modernitenin profan temelinin sonucu olarak bugün önemli ölçüde serbest olmuştur. Sadece serbest olmakla kalmamış, dinî kurumlar da bunun legal bir tercih olduğunu kabûl noktasında baskı altına alınmıştır. Papa Benedict XVI, Vatikan senyörlerine yaptığı 2008 yılının son konuşmasında; “Tanrı’nın bize emanet ettiği mahlûkatı korumak sadece çevreyi korumak anlamına gelmez, insanı da korumak gerekir, hem de kendisinden”, dediğinde eşcinsellerin ve insanın bedeni üzerinde mutlak tercih hakkı olduğunu savunan dünyadaki bütün kesimlerin öfkesinin hedefi olmuştu. Bu bağlamda; “İnsanlığı homoseksüel veya transseksüel eğilimlerden korumanın, yağmur ormanlarını yıkımdan korumak kadar önemli olduğunu” vurgulayan Papa’nın şu cümlesi çatışmanın temellerini işaretliyordu: “İnsanı, kadın veya erkek olarak yaratılış doğasına göre konuşmak, demode olmuş metafizik bir konu (out-of-date metaphysics) değildir.” Kadın ve erkeğe biçilen rollerin anlaşılması için, insanlığın ‘yaratılış’ın dilini anlaması gerektiğini de söyleyen Papa, geleneksel heteroseksüel ilişkiler dışındaki ilişkileri ise, “Allah’ın yarattığı düzeni yıkmak” olarak değerlendirmişti. (http://news.bbc.co.uk/2/hi/europe/7797269.stm.) Papa’nın söylemiş olduğu, «Kimin erkek ya da kadın olduğuna karar veren insanlar değil Tanrı›dır» hükmü, aslında İslâm başta olmak üzere bütün dinlerin ortak vurgusudur. Bundan amaç, aileyi korumak ve insan neslinin devam edebilmesi için Allah (c.c)’nün yarattığı fıtratı muhafaza etmektir. Bugün, “demokrasi”, “insan hakları”, “özgür irade” gibi kavramların arkasına sığınan çevreler, “eşcinselliğin” ve “eşcinsel evliliğin” legal görülmesi için sadece Vatikan Kilisesi’ne değil, Müslümanlar da dâhil tüm din müntesiplerine baskı yapmaktalar. |
6. | ↑ | Âl-i İmrân: 139. |