Vahdet Gazetesi
Yunus Emre, Mevlana ve hümanizm… Günümüzde bu iki isim ve bir kavram üzerinden özellikle sanat camiasında “birliktelik, benzerlik” kurma çabaları hiç olmadığı kadar arttı. Amaç ne, niye böyle oluyor?
Yunus’un, Mevlana’nın “hümanizm”i kurdukları hikâyesi çok saçma bir şey. Bir defa onlar hümanizmden bahsetmediler ki. Biz modernliği kuran hümanistlerin söyledikleri üzerinden onları tanımlıyoruz. Bu çok tehlikeli bir şey. Bu cümleleri kuran insanlar Yunus’un, Mevlana’nın ne söylediğini, hümanizmin ne olduğunu, dolayısıyla kendilerinin nerede durduklarını, neyi konuştuklarını aslında bilmiyorlar. Mürekkep yalamış cehalet bu. Birincisi hümanizm moderniteyle başladı, felsefeyle değil. İkincisi, özellikle resim sanatı üzerinden başladı. İtalya’da Toscana’da başlıyor. Toscana’da ne var? Yaşadıkları, kurtulmak için çırpındıkları Ortaçağların dünyasında, özellikle ressamlar, Toscana’da doğayı keşfederek, insanın da bir doğası olduğunu keşfetmişler.
Günümüzde sanat dünyasındaki eserlerde Mevlana’dan, Yunus’tan, İbn-i Arabi’den çokça bahsediliyor fakat Peygamber Efendimiz’den bahsedildiğini pek azgörüyoruz. Bu tehlikeli bir şey değil mi? Sonu nereye gider?
Mesela gelecek nesil bir gün Mevlana’yı peygamber zannedebilir mi?
Bütün bu sözünü ettiğiniz kültür dünyası, İslâm’la kurulan ilişkilerin niteliği, mahiyeti aslında medeniyet meselesi. Kendi dünyanızı yitirmişseniz, orada zihniniz neye göre işleyecek? Zihniniz Müslümanca işlemiyor, Müslümanca bir dünyada yaşamıyorsanız, orada sanat eseri de ortaya koyamazsınız, ilim de yapamazsınız. İlk önce bir medeniyet fikri olacak, bir iddianız olacak. İddianız varsa varsınız, yoksa varlığınızı bile koruyamazsınız. Asıl mesele bu. Buradan yola çıkarak baktığımızda; Türkiye’deki sanat tartışmalarında şöyle bir öncülden hareket edildi. Bazıları dediler ki “önce sanat teorisi geliştireceğiz, sonra pratiğe aktaracağız”. Bu cümle ilk bakışta doktrinel, angaje bir edebiyat, sanat fikrini çağrıştırıyor. İlkeler belirlenecek, haritalar çizilecek; sanatta, siyasette, gündelik hayatta uygulanmaya çalışılacak. İlk bakışta bu biraz sosyalizan bir şey, o açıdan buna karşı çıkılıyor. Bir doktrin var, o doktrine göre sanat yapılması gerekiyor gibi bir algı var. Teori üzerinden gitmek yerine, insanların kendi duyarlılıkları, kendi dünyalarını eksen alarak, içinde yaşadıkları dünyayı tasvir etmeleri, o dünyayı anlatmaları ve yansıtmaları gerekir gibi bir algı var. Bu doktrine karşı çıkmak için içinde yaşanılan dünya sanki bizim dünyamızmış gibi,
içinde yaşanılan dünyanın anlam, sembol, hayat dünyasını sanki bizim dünya tasavvurumuz, medeniyet fikrimiz kurmuş, şekillendirmiş gibi içinde yaşadığımız dünyayı anlattığımız zaman biz sanat eseri ortaya koymuş oluruz diye bir yanlış algı gelişiyor. Müslümanların nasıl bir dünya tasavvur ettiklerini, dünyaya ne sunacaklarını bilmeden sahaya çıkmak, zaten o sahada var olan algılama biçimleri üzerinden eşyaya bakmalarını sağlayacak, bu da dolayısıyla sağlıklı bir şey olmayacak. Dolayısıyla Müslümanca duyarlılık, bakış, zihin, algılama, estetik tasavvur, sanat tasavvuru, hakikat tasavvuru olmadan olmaz.
Bu nasıl olacak?
HAKİKAT TASAVVURU YOKSA SANAT MANATA DÖNÜŞÜR
Sanatın nerede başlayıp hayatın nerede bittiği ya da hayatın nerede başlayıp, sanatın nerede bittiği meselesi çok önemli bizim için. Sanat ayrı bir kategori, düşünce ayrı bir kategori, bilim ayrı bir kategori değil. Bu hakikat tasavvuruyla doğrudan ilintili bir şey, hakikat tasavvurunu anlamadan sanat yapmaya kalkıştığınız zaman bu sanat olmaz, manata dönüşür. Müslümanca bir duyuşun, kavrayışın ürünü olmayan marazi bir ürün çıkar ortaya. Öz ve kabuk birbirinden ayrılamayan şeyler ise, insanı anlatırken tabiattan bağımsız anlatamayız. Kültürel, entelektüel, sosyolojik ekolojisiyle birlikte anlatmamız lazım. Bu şu demek; Hz. Peygamber kendisini “İlmin Medinesi” diye tarif etmiş. Yani kendisini bir mekânla tarif ediyor. Bu mekân, ilmin şekillendirildiği bir mekân. Hangi ilim bu? Bunu anlaya bilmek için kafamızdaki bütün bilim milim gibi şeyleri çöpe atmamız lazım. Kastedilen şey şu; eşyanın hakikâtin Müslümanca kavrandığı dolayısıyla yaşandığı bir bilme, idrak, duyma biçiminden bahsediliyor. Bu kavrama biçimiyle sanattaki beğeni, zevk biçiminden bahsetmiş de oluyoruz. Sanat ve hayatı birbirinden ayıramıyoruz. Mekke artı Medine eşittir medeniyettir. Bu matematik formül özellikle önemli. Çünkü Mekke artı Medeniyet eşittir Hz. Peygamber aynı zamanda.
Yani biz medeniyetten bahsettiğimizde aynı zamanda Sünnet’ten bahsediyoruz.Bu konuları tartışırken kavram kargaşaları yaşıyoruz öyleyse.
Elbette yaşıyoruz. Din ve medeniyeti birbirine karıştırıyoruz. Elli sene önce “İslam kültürü” diyorduk, sonra medeniyet demeye başladık. Kafamız ontolojik olarak çok karışık. Din ayrı bir şey, medeniyet ayrı bir şey. Din ilahi, medeniyet beşeri bir şey. Din hayatın kaynağı, medeniyet bu hayata hayatiyet kazandıran kaynak. Burada dinin ana kaynağı Kur’an asıl, Sünnet usûl. Yani, medeniyet usûl burada. Medeniyet olmadan kaynağa gidemeyiz. Aslolan hakikate vusul. Usul olmazsa vusul olmaz, fusul olur. Parçalanma, sapma olur. Fıkıh, Hadis usulü olmadan istimbad yapamayız. İlim artı irfan eşittir hikmet, yani “Mekke Medine Süreci”ni hayata geçirecek aktörler lâzım. Buna, âlim artı irfan, eşittir hikmet diyoruz. Bunlar olmadan biz kendi dünyamızı kuramayız. İlim tasavvuruna ulaşan insan hayat tasavvuruna ulaşmıştır, sanat tasavvuruna da sahiptir. Hayatla sanat, ilimle irfan, -irfan bizi biraz daha sanata doğru götürür, irfan üst dildir aslında, üst dil ilim üzerinde kafa yormak, ilmin imkanlarını çoğaltmak demektir-. Mevlana ilk önce âlimdi, medresede okudu, ilim tahsil etti, ondan sonra irfan yolculuğuna çıktı. Şimdinin mevcut entelektüelleriyle bir yere gidemeyiz. Bizim kendi öncü kuşaklarımızı çıkarmamız lazım.
Geçmişimizde, meselâ Gazali gibi, hikmete ulaşan birçok isim var. Şimdi, hepsi mazide mi kaldı? Bugün neyi kaybettik ve yeniden inşa mümkün değil mi?
BATIYA MAHKUMİYET KENDİNDEN MAHRUMİYETTİR
Neyi yitirdiğimizi bilmiyoruz biz. Sözünü ettiğiniz mesele aslında bizim gökkubbemizin çöktüğünün göstergesi. Altında yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz yer çökmüşse nereden nefes alacağız? Kendi bakış açılarımızı yitirdik. Çağ körleşmesi yaşanıyor. Bütün insanlığın batıya mahkumiyeti, bütün insanlığın kendinden mahrumiyeti sorunu yaşanıyor. Burada üzerinde yaşadığımız zemin kaygan ve kendimizi kuramıyor, patinaj yapıyoruz. Kendi kaynaklarımıza nüfuz edebilecek bir yerden yoksunuz. 19. yy’ın sonralarında yaşadığımız savunma psikolojisinin ürünü bu. Güvenin yitirilmesi. İlk defa toprak kaybı yaşayınca ayağını bastığı zemin kayıyor. Savunma psikolojisine giriyor. Birisi, “İslâm, ilerlemeye engeldir” dedi. Onun karşısında olduğunu zanneden kutup da tersini söyledi. Bence ikisi de aynı şeyi söylüyor. İslam’ın ilerlemeye engel olduğunu söyleyenler ile tersini savunanlar, özne olarak Batı’yı kullanıyor, aynı yere koyuyor. Batı’ya karşı çıkarken bile Batı’ya göre cümle kuruyorlar. Yersiz ve dilsizler. Zihin Müslümanca işlemiyor.
Bu noktada din – felsefe ilişkisini nasıl görüyorsunuz?
Din felsefe meselesinde de aynı psikoloji devam ediyor. Ben felsefe dersi konusu gündeme geldiğinde rahatsız oldum. Çünkü bu iki kavramı yan yana gelmesi insanı delirtiyor. Din – felsefe kavram çiftini yan yana zikredemezsin. İslam felsefesinin kurucusu olarak bilinen Farabî’nin metinlerine baktım, hiçbir yerde kullanmıyor bu kavram çiftini yan yana. Çıldırtıcı bir şey. Farabi; “Millet – Felsefe” kavram çiftini yan yana kullanıyor. Millet dinin tezahür ettiği yerdir. Din ilâhî, felsefe beşerî. Ontolojik olarak ikisini yan yana kullanamazsın. Biz henüz bu meseleleri hâlletmiş değiliz.
Mimar Sinan Sanatçı Değildir
Bizde sanat diye bir kategori yok. Meselâ, Sinan sanatçı olduğu, sanat yaptığı için o ürünleri ortaya çıkarmadı. Cibril hadisini hatırlayalım. Cibril hadisi aynı zamanda benim ilim artı irfan eşittir hikmet diyerek üzerinden gittiğim bu medeniyet fikrinin hikâyesi. Hadiste üç soru var. İslam, iman, ihsan nedir diye. Toplamı ihsan sürecidir. Ben bunu felsefi olarak şöyle açıklıyorum. Vücut artı vicdan eşittir vecd. İnsan vecdi yaşamak, duymak, hayatı haline getirmek için gönderilmiştir. Çünkü Allah’ın ruhundan üflenmiştir. Hakikatin izini ne kadar derinlikli bir şekilde sürer,kemâl merdivenlerini ne kadar tırmanabilirse, o ölçüde “ben”ini aşar, kendine ulaşır, kendine ulaşarak hakikate ulaşma yolculuğuna çıkar. Bizim dünyaya söyleyeceğimiz şey bu. Batılılar’ı ürküten de bu. İnsanın iç dünyasını inşa ediyorsunuz, dışarıyı da o inşadan imar ediyorsunuz. Bu yüzden Avrupa’dan Kurtuba’ya ilim tahsil etmeye gelen insanlar şok geçiriyorlar. Gırnata’ya girdikleri zaman “Burası cennet” diyorlar. Bizim bu dünyayı cennet olarak düşünmemiz mümkün mü? Hayır. Sanatla hayatın, ilimle sanatın birbirinden ayrılamayacağının en önemli göstergesi şu: Meselâ, Süleymaniye’de pencere önünde namaz kıldınız. Tabiatın seraba uzandığını göreceksiniz. Bu iç mekânla, dış mekân arasındaki duvarın yapay olduğunu gösteriyor. Dışarı aslında içeride oluşuyor. Öz kendini oluşturuyor ve dışarıda söze dönüşüyor. Sanat budur. Sanat bir form, biçimdir. Usul meselesidir. Hakikatin tecellilerinin keşfedilmesidir.
Hümanizm, insanı tanrılaştırdı
Hümanizmin en temel problemi, insanın tanrılaştırılması sürecinin temelini atmış olması. Toscana’daki o ressamlarla başlar ve sürer gider. Hümanizmin, bir antroposantizm biçimi, insan merkezli, Heideger’in deyişiyle insanın her şeyin ölçüsü ve ölçütü haline getirilmesi. Bunu, Bizans resim sanatıyla modern resim sanatında İsa Mesih’in resmedilişinin taban tabana zıtlığında görürüz. Bizans resminde doğrudan bize, yani insana bakan, dolayısıyla “yaratan, tanrı” İsa Mesih, modern resim sanatında hiçbir zaman bize, insana doğrudan bakmaz. İnsan ona bakar.
İktibas: 19 Ocak 2015